Paris’te Olmak veya Olmamak
Yaklaşık 1 ay önce severek, isteyerek bir yıllık bir iş için Ankara’dan Paris’e taşındım. Şehri nasıl bulduğumu, neler yaşadığımı ara sıra oturup yazıyorum. Çok kişisel olduğu için kimse ile paylaşmıyorum bunları. Bugün Paris’te yaşam hakkında değil, başka bir şeyden bahsetmek istiyorum.
Buraya geleceğimi söylediğim her
insandan çok benzer tepkiler aldım. Çoğu insan bunun harika bir fırsat
olduğunu, Paris’te yaşamanın bir hayalleri olduğunu, kendileri de olsa hemen
gideceklerini, gezmeye bile olsa gidip görmek istediklerini, şehrin ne kadar
güzel, romantik ve büyüleyici olduğunu söyleyip durdu. Ayrıca “buradan”
kurtuluyor olmanın bile başlı başına güzel bir şey olacağını söylediler. Ama
ben buraya gelmeden önce ve gelirken de oldukça heyecansızdım. İtiraf etmeliyim
ki bana iş teklifi yapıldığında oldukça mutluydum. Egom okşanmıştı. Bu sonuçta
bir başarı göstergesiydi. Kendi bir kez daha göstermiştim. Fakat kalkıp gitmek
zor geliyordu. İşim ile ilgili çok mutlu olduğumdan da değil. Yurtdışında da
ilk kez yaşamıyordum. Ama aslında tam da bu nedenle oldukça heyecansızdım.
Kendimi ikna etmeye çalışıyordum her şeyin yoluna gireceğinden ve mutlu
olacağımdan. Bana defalarca hayatımın daha iyi olacağını, daha rahat edeceğimi,
mümkünse orada kalmam gerektiği öğütlendi. Bütün bunlar bir varsayımdan çıkıyordu.
Biz kötü yaşıyoruz, Türkiye’de hayat Avrupa’dakinden daha zor ve daha pahalı,
insanlar stresli, öfkeli ve geleceğimiz belirsiz. Bu yüzden burada olmamak
burada yaşamamak özellikle daha güzel bir yere gitmek bizi mutlu eder ve artık
daha rahat daha güzel yaşarız.
Bu bölümde kısaca bu varsayıma karşı
bir şeyler söylemek istiyorum. Bu varsayım çok büyük bir şeyi gözden kaçırıyor.
Benim de ilk kez 2019 yılında Polonya’nın Krakow şehrinde bir arkadaşım ile
konuşurken fark ettiğim bir şeydi. Arkadaşım ile 2017 yılında ilk kez Krakow’a
gittiğimde tanışmıştık. 2019 yılında buluştuğumuzda benim daha mutsuz ve
Polonya’dan da daha memnuniyetsiz olduğumu söyledi. Bu iddiasını kabul ettim.
Evet hayatımda 2017 yılında ilk kez yurtdışına çıkıp Krakow’da öğrenci olarak
yaşadığımda her şey çok farklı ve heyecan verici geliyordu. Ayrıca ne de olsa
ben hala bir çocuk gibiydim. Binalardan tutun insanların trafikteki adaplarına
kadar her şey bana çok farklı ve göz kamaştırıcı gelmişti. Ama artık bu zamanla
sönümleniyor, her şey normalleşiyor. Daha mutlu ve farklı bir yerde hissetsen
bile bir yerden sonra her şey normalleşiyor. Elbette Paris’te yaşayan bir
Fransız sabah uyanıp “Ah ne güzel Paris’te yaşıyorum” diyip gülümsemiyor.
Kalabalık ve kirli bir metroya binip okula veya işe gidiyor. Çünkü onlar için
normal olan bu. Kimse her gün çıkıp Eyfel kulesinin önünde piknik yapmıyor.
Ama asıl sorun bu değil. Yani sorun her şeyin bir yerden sonra normalleşmesi ve büyüleyici gelmemesi değil. Bir insan nereye giderse gitsin kendi olaarak gidiyor. Sadece mekân değişmiş oluyor, insanın kendisi tamamen değişmiyor. Cizre’deyken, Ankara’dayken, Antalya’dayken veya Paris’teyken ne düşünüyorsam dünyayı nasıl algılıyor, neye gülüp neye üzülüyorsam hep aynı oluyor. Sorun edindiğim şeyler aynı oluyor. Paris’te yeni bir insan veya yeni bir kişilik yüklenmiyor. Bütün yaşadıklarınızla edindiğiniz tecrübeniz ile artık bir kişiliğiniz, bir düşünce yapınız var.
İnsan değişmez demek istemiyorum
burada. Başka bir şeyi anlatmak istiyorum. Bunu iki türlü anlatmak istiyorum.
İlki şu: diyelim ki ben aşağıyı yukarı aynı bilince sahip ve Viyana’da doğmuş
bir Alman Avusturyalıyım. Ülkem sessiz sakin, çok zorlanmadan alışveriş
yapıyorum, ortalama bir gelirim var. Mutlu mesut herhangi bir sorunum olmadan
hiç sıkıntı çekmeden, stres yapmadan, dert etmeden yaşayabilir miydim? Dünya’ya
da kendi ülkemdeki bence eksik olan şeylere de gözümü kapatıp yaşayacak mıydım?
Tabi ki hayır. Dünya’daki açlık, sefalet, çatışmalar, insan hakları ihlalleri,
karşısında üç maymunu mu oynayacaktım. Gene öyle olmayacaktım. Elimden hiçbir
şey gelmese ve hiçbir şey yapıyor olmasam da oturup dertlenecek, haberleri
canlı takip edecek ve mutsuz olacaktım. Daha kolay tavuk ve balık satın
alabilen bir mutsuzluk. Çünkü bir insanın hayatının amacı, hayatının mutluluk
veren sebebi market alışverişi olamaz. Bir insan sadece rahat yiyip içebiliyor
diye mutlu oluyorsa bir yerlerde vicdanında veya aklında bir sorun vardır.
Kimse ile empati yapamıyor olduğundan veya kendisine hiç saygısı
olmadığındandır. Dünya’da olup bitenler karşısında omuz silkmek en azından dert
bile edememek önce kendisine yaptığı bir saygısızlıktır. Kaldı ki kimsenin
acısını duymuyor olduğu da anlaşılmaktadır. Böyle bir insan olmak çok zor. Hele
artık belli bir bilince sahipseniz.
İkinci olarak, benim şu anki durumum gibi. Bir yerde doğup büyüdükten sonra görece daha refah sahibi bir yere taşınmış olmak. İltica etmek dışındaki çok daha iyi koşullarda da olsa bu taşınma özellikle belli bir yaştan sonra sizi siz olmaktan çıkarmaz. Sizi yeni bir insan da yapmaz. Taşındığınız yeri yurt olarak edinmenizi de yeterince kolaylaştırmaz. Burada hamasi bir söylem olarak vatan veya taşına toprağına kurban olma edebiyatı yapmak istemiyorum. Siyasi sınırların ötesinden bir yere ve bir topluluğa ait hissetmeyi kastediyorum. Yıllarını burada geçirdikten kalkıp başka bir ülkeye ve başka bir topluluğa girmek ve tamamen oralı olmanın imkansızlığından bahsediyorum. Bunun gittiğimiz toplulukla değil, kendimizle ilgili olduğunu düşünüyorum. Diyelim ki yurdundaki (dediğim gibi bu ulusal sınırlar olarak bile düşünmeye gerek yok) bir şeyden rahatsızsın ve daha iyi bir yere gittin veya göç ettin. Geriye ailenden tek bir insan bile kalmadıysa ülkende olup bitenlere karşı tamamen gözün kulağını kapatıp yaşayamıyorsun. Çünkü sen aslında zaten oranın düzelmesini istiyorsun. Ülkenin daha iyi olması ve sana da birlikte yaşadığın tüm insanlara da daha güzel bir hayat sunmasını talep ediyorsun. Bu talebin yerine gelmedikçe, durumlar kötüye gittikçe sen olduğun yerden rahat rahat yiyip içemezsin. Bunun ekonomik olarak istediğini rahat rahat alabilme ile ilgisi yok. Bu ortak acıyı yaşadığın insanlara sırtını dönemiyorsun. Geride bıraktığın ülken için benden sonrası tufan diyemiyorsun. Zaten dememelisin. Bunun önemli örneklerinden birini 6 Şubat Depreminde yurt dışında yaşayıp hissettiklerini yazan bazı akademisyenlerden de okumuştum. Biz Türkiye’de olanlar olarak o sırada her gün işe okula bile gitsek oturup depremi konuşuyor, ölenlerimize üzülüyor, kalanlar için nasıl yardım edebiliriz diye konuşuyorduk. Dışarıda, sokakta, markette, iş yerlerinde herkesin yüzü düşmüş, acısı gözlerinden okunuyordu. Uzun süre kimse normalleşemedi. Ama yurtdışında yaşayan ve o sabah işe giden bir profesör, bir öğrenci etrafında böyle bir şey bulamıyordu. İnsanların bir kısmı elbette üzüntülerini dile getiriyor ve onları teselli etmeye çalışıyordu. Fakat kimse kalkıp da onlar kadar üzülmüyordu. Zaten bunu da yabancı birinden beklemek çok büyük bir haksızlık olur. Biz de Endonezya’da veya Şili’de gerçekleşen bir depremde üzülüyor ve olanları takip ediyoruz ama hayatımıza kaldığımız yerden devam ediyoruz. Yurtdışında yaşayan vatandaşlarımız bizden daha yalnız ve perişandı. Biz sürekli acımızı paylaşacak birilerini buluyorduk. Onlar çevrelerinde hayat devam ederken kendi hayatlarını dondurmak zorunda kaldılar. Bu örnek bize şunu gösteriyor: biz bir yere yerleşsek ve 40 yıl geçse de hala yurdumuzu düşünüyor, en ortak olduğumuz acılar ve gene yurdumuzun insanlarının acıları ve sevinçleri olacağını gösteriyor. Bu yurt ve ortak topluluğumuz, yeri gelir doğduğumuz bir köy, bir ülke olur, yeri gelir Küresel Güney, Doğu veya İslam medeniyeti olur.
Son olarak bir noktaya daha parmak
basmak istiyorum. Batıya gittiğimizde aklı başında ve vicdan sahibi her insanın
aklına düşmesi gereken bir şey daha var. Emrah Safa Gürkan Doğan Avcıoğlu
hakkında yaptığı videoda Doğan Avcıoğlu’nun Avrupa’ya gidip “Bunlar niye bizden
iyi yaşıyor?” sorusunu sorduğunu söylemişti. Özellikle yurdundaki eksiklikleri
görüp Batı’da bu eksikliklerin olmadığını gören her insanın aklına düşmesi
gereken bir soru bu. Benim bir gün Brighton sahilinde Adanalı bir arkadaşıma
sorduğum gibi “Bunlar neden bizden daha iyi yaşıyorlar?”
İşte bu yüzden, Paris’e de gitsem,
Mekke’ye de gitsem, Cizre’ye de dönsem benim ben olmaktan kaynaklanan
sıkıntılarım ve mensubu olduğumu hissettiğim toplumun ve yurdun sorunları asla
içimden çıkıp gitmeyecek, en rahat ettiğim anda bile dönüp haber okuyacak ve
olan biz nasıl daha iyiye gideriz diye düşüneceğim. Hemen hemen herkes zaten
böyle olur.
Böyle olmayı kabul etmeyen ve her şeye sırtını dönen, bu şekilde kabul edileceğini düşünenlere ise Ah Muhsin Ünlü’nün şiirinden bir bölümü armağan ediyorum: “tarık ali’nin muhammed ikbal için söyledikleri doğru mu? frengiden öldü diyor lahor pavyonlarında. işte 90’larda böyle şeyler düşündük biz sevgilim düşündük şiir yazınca temizlenir ülkemiz. şimdi ikbal cennette, tarık ali ingiliz” Biz cennete olacağız, onlar İngiliz.
Yorumlar
Yorum Gönder