Montparnasse Mezarlığında Ölüm ve Sonsuzluk Arasında - Paris’in Müzeleri 2
Merhaba Arkadaşlar,
Bugün söz verdiğim gibi Paris’in müzeleri serisinin ikincisi ile karşınızdayım. Bugün durağımız bir müze değil. Önceki yazıda Marmottan Monet Müzesine gideceğimi ve onu yazacagimi söylemiştim. Oraya gittim fakat aynı sürede Montparnasse Mezarlığına da gittim. İçimden ilk önce Montparnasse Mezarlığı hakkında yazmak geldi.
Paris’in güneyinde yer alan, şehrin en büyük ikinci mezarlığı burası. İçinde binlerce ölüyü bulunduran 19 hektarlık bir alan. Her sene halen ortalama 1000 insan buraya gömülüyor. 19. yüzyıla kadar Paris’te mahalle mezarlıkları varmış. Fakat sağlık sorunlarına neden olmaları bakımından bazı riskler barındıran bu mezarlıklar yerine 4 mezarlık kurulmuş. Montparnasse da bunlardan biri. Paris’in güneyinde 14’üncü bölgede ünlü Montparnasse Garı’nın yanında... Montparnasse mezarlığı aslında daha eskiye dayanıyor. Resmi olarak 1825 yılında mezarlık olarak tanınmış olsa da 16. yy’a dayanan bir tarihe sahip. Kırsal bir bölge olan Montparnasse, mezarlığa ev sahipliği yapmadan önce zaten Paris şehrinin de tam olarak bir parçası değildi. Şehrin merkezinden uzakta değirmencilik, bağcılık ve tarımın yapıldığı bu bölge zamanla Paris şehrinin sınırları içine alındı, şehir büyüdükçe. Montparnasse Mezarlığı'nın bulunduğu alan, mezarlık haline gelmeden önce Hôpital de La Charité adlı dini bir hastaneyi yöneten keşişlere aitti. Bu keşişler, arazide hastaneye özel küçük bir gömü alanı oluşturmuşlardı. Ancak 1789’daki Fransız Devrimi’yle birlikte kilise ve manastırlara ait tüm mülkler devletleştirildi. Hôpital de La Charité’nin binası ve arazileri de kamulaştırıldı, hastane yıkıldı. Böylece bu alan devletin eline geçti. Jean-Paul Sartre, Simone de Beauvoir, Charles Baudelaire ve Samuel Beckett gibi birçok önemli figür burada gömülüdür. Montparnasse Mezarlığı’nın kökeni dini bir araziye dayansa da, kendisi Fransız devriminin ardından şekillenen laik ve kamusal anlayışın bir ürünüdür.
Binlerce ölüyü, bu kadar acıyı barındırmasına rağmen Montparnasse Mezarlığının etrafı ve kendisi o kadar canlı ki, insan ölüm düşünceleri arasında bile bir ümitsizliğe kapılmıyor. Hemen çevresinde dünyanın her yerinden gelen, dünyanın her renginden olan ve her dilinden konuşan bir insan cümbüşü geziyor, eğleniyor ve hayatını yaşıyor. Lübnan restoranlarında tabule yiyen Avrupalılar ile İtalyan pizzaları yiyen Ortadoğulular, Uzak Doğunun mutfağında yan yana oturuyorlar ve birbirlerine farklı gelen kültürler hakkında konuşuyorlar. Hızlı hızlı geçen bir tramvayın ardından koşan çocuğunu etrafta sadece iki kişinin anladığı bir dille uyaran bir annenin telaşı, henüz çocuk yapma kararı vermeyen bir genç çiftin yüzünde gülücükler açıyor. Çocuğunun hayatı için endişe eden eden anne, daha yaşayacağı uzun yılların ilk adımlarını atan çocuğun umursamazlığı ile dengeleniyor. Yaramaz çocuğun yaptığından hiç pişman olmayıp muzip bir şekilde gülümsemesi, genç çiftin gelecekleri hakkında umutlu bir düşe sürüklüyor. Mezarlığın etrafında yaşam devam ederken yeni yaşamların tohumları için planlar ve hayaller birbirine karışıyor. Oturup kahve içen, şarap için arkadaşlar dünyanın kötülüğü ve iyiliği üzerine uzun uzun konuşuyorlar. Bir Fransız restoranında ördek konfi eşliğinde az önce mezarlığı dolaşırken düşündüklerini toparlamaya çalışan biri oturuyor. İçini kaplayan hüzün ve heyecanları en sevdiği insana anlatmak için sabırsızlanıyordu. Montparnasse Garı’nın etrafında vızır vızır geçen arabalar, bisikletler ve insan seli birbirine karışıyor, hepsi aynı şehirde farklı ama bir bakıma benzer hayatlarının bir kaç saniyeliğine kesiştiğinin farkına varmadan, bir diğerinin hayatına bulaşmadan ve dokunmadan kendi akışları içinde gidip geliyor.
Etrafta binlerce beton ve taş bina olmasına ve modern dünyanın en yeni metal araçlarının güzergahları üzerinde olmasına rağmen Montparnasse mezarlığı Paris’in en yeşil alanlarından biri. Montparnasse’ta tanıdığınız kimse yatmıyorsa bile 40 bin ölünün mirası üzerine filizlenen onbinlerce ağaç ve çalı, sevdiklerini yanlız bırakmayanların koyduğu çiçeklerle sizleri selamlıyor, gölgelerinde serinletiyor ve acılara rağmen size umut dolu bir mekan sunuyor. Burada kimler kimler yatmıyor ki? İsimsizler, kimsesizler, sanatçılar, küçük hayatların kahramanları, büyük işler başaranlar, suikastlere kurban gidenler, başkalarının ölümünden sorumlu politikacılar, babalar, anneler ve genç yaşta göçüp giden çocuklar... Herkes burada yatıyor. İçeri girmeden bu kadar kişinin burada yattığını düşününce insanın içini bir ölüm korkusu kaplıyor. Orada olmasa da dünyanın başka bir yerinde yerin altında ölmüş olabileceğinin, buraya varmadan önce küçük bir olasıkla bile olsa aniden hayattan kopabileceği düşünceleriyle adımınızı attığınız bu devasa ölü malikanesi çok kısa sürede bütün duyguların en keskinlerini yaşatmayı vadediyor.
Böyle düşüncelerle içeri adımımı attım. Ben Montparnasse’a Jean Paul Sartre’nin mezarı için gitmiştim. Kapıdan girer girmez hemen sağda Jean Paul Sartre ve Simon De Beauvior’nın mezarını görebiliyorsunuz. Sartre’nin mezarı başında hep birileri var. Hiç yalnız kalmıyor. Mezar taşına konan ruj izlerini bir kenara bırakacak olsak bile farklı dillerde yazılmış onlarca mektup ve çiçek buketleri Sartre’nin ne kadar sevildiğini gösteriyor. İngilizce yazılmış bir mektupta “senin sayende felsefe okuyup, senin şehrine geldim. Senin oturduğun yerlerde kahve içip tartışıyorum arkadaşlarımla. Sana ne kadar minnettar olduğumu anlatamam” yazılıydı. Sartre’nin mezarını görünce nasıl bir şey hissedeceğimi bilmiyordum. Ama oraya gelir gelmez, çiçeklerin, mektupların ve küçük eşyaların arasında sevgiyle boğulan bir mezar insan gördüm. Hayatını dünyanın daha iyi olmasına ve dünyayı anlamaya adamış biri Sartre. Benim hayatıma da üniversitede dokunmuşluğu vardır. Varlık ve Hiçlik kitabını kısa sürede yazdığını ve benim o kitabı okumak için, yazmayı düşünemiyorum bile, en az 10 yıl çalışmam gerektiğini düşünürken çok gıpta etmiştim. Zamanla edebi eserlerinin iyi olmadığını farkettim ama ona verilen nobel edebiyat ödülünü kabul etmeme duruşu sayesinde kendisine saygım daha da arttı. Sartre büyük bir filozof, çok çalışmış, varoluşçuluk felsefesini gerçek anlamda doğru düzgün yazan en önemli filozof. Öncüllerinden daha öteye taşıyor varoluşçuluğu... Kişisel ilgilerim ve düşüncelerim değiştiği için Sartre’nin felsefi hayatına karşı eskisi kadar ilgi duymuyorum. Ama siyasi olarak hayatı boyunca nerdeyse istisnasız haksızın karşısında durup (burada kendi ülkesinin en büyük liderlerinden biri olan Charles De Gaulle’e karşı olması da dahil) haklı ve mazlum insanların sesi olmayı da başaran biri. Ben onu en çok bu yüzden seviyorum. Kendi konforlu alanına çekilip çok uzak ve rahat yerlerden atıp tutan biri değil, sokağa inerek insanlarla iç içe bir politik ve felsefi yaşamı tercih ettiği için... Hayatımızın bir nevi kahramınıdır kendisi. Süper güçleri, eline silah almışlığı yoktur. Yıkıp kırmaz, dökmez ama çok büyük ve yapıcı bir kahramandır. Mezarının başına gelene kadar Sartre’yi ne kadar sevdiğimi anlamamıştım. Orada öylece mezarı ve adını görünce yutkunmakta zorlanıyor insan. Uzun uzun durdum baktım ve düşündüm orada. Bir insan öldükten sonra hala bu kadar seviliyor ve ilgi görüyorsa tam anlamıyla yaşamış olmalı ve asla tam anlamıyla ölmemiş. Hep yaşayan ve hep yaşayacak bir insan. Her ne kadar artık durup yazamayacak, kimseyle konuşamayacak ve haksızlıklara karşı gelemeyecek olsa da...
Oradan ayrıldım. Çıkmadan önce bir kaç kişinin daha mezarını görmek istedim. Godot’u Beklerken’in yazarı Samuel Beckett ve eşinin mezarına gittim. Daha sakin ve daha yalnızdı. Ardından Rumen-Fransız yazar Emil Cioran’a gittim. Romanya bayrakları Cioran’a mektuplar adlı bir posta kutusu vardı mezarında. Başında da onu görmeye gelmiş iki Rumen kadın. Paris’i gezerken uzun yıllar ülkesinden uzakta Paris’te yaşayan Cioran’ı da görmeyi ihmal etmemişler. Ünlü Fransız şair Charles Baudlaire’i de görmeden ayrılmak istemedim. Yakın zamanda Paris Sıkıntısı kitabını okumuş, dili ve kelimeleri kullanma becerisine hayran kalmıştım. O da çok yalnız sayılmazdı. Epey çiçek koyan insan vardı ve mezarı nerdeyse hiç boş kalmıyordu. Sartre’dan farklı olarak ona biraz daha yaşlı çiftler geliyordu. Baudlaire biraz eski dönem şairi, belki ondan diye düşündüm. Ama Paris’in politik olarak en aktif dönemlerinde yaşayıp yazdığı şiirler ile Fransa’da ve sonra dünyada nam salmış Baudlaire’in yalnız olmaması beni nedense mutlu etti. İnsanların en azından hala inceliklere değer verdiğini düşündüm. Mülkiyetin hırsızlık olduğunu matematiksel olarak kanıtlamaya çalışmak gibi büyük bir işe girişen ve kendine anarşist diye Joseph Pierre Prudhon’a da kısa bir ziyaretten sonra Montparnasse’dan ayrıldım.
Ama aklımdan Sarte’ın mezarı başındayken düşündüklerim haftalardır çıkmıyor. Gerçekten yaşıyor muyum? Bir insan yaşarken ve öldükten sonra bu kadar değer görmeyi nasıl başarır? Buna layık bir yaşam sürmeden sadece bunu istemekle mi kalıyoruz? Veya salt bunu istemek, yani gerçekten bir şeyi yapmak, bir işe çok iyi sarılmak ve onu büyük bir aşkla yaptıktan sonra, yani gerçekten yaşadıktan sonra değer görmesek bile biz zaten yaşamış ve iyi yaşamış sayılmaz mıyız? İlginç bir zamandayız bir yandan. Sadece isteyen ama çabalayan bir zamanda. Bir şeyi-ne olursa olsun- yeterince sevemediğimiz ve tutkuyla bağlanamadığımız bir zamanda… Burada Şükrü Erbaş’ın müthiş dizelerine başvurarak size veda ediyorum. Aklımdan asla çıkmayan dizelerle… “Yaşamı düz bir çizgide tutmak tükenmektir. Yaşamak zorunda olduğumuz şunca yılı aykırı uçlar arasında gezdirip geçirmedikçe, alışkanlıkların sınırlarını aşmadıkça zaman zaman, yaşamak nasıl yenilik olur tükenmek değil de?
Yorumlar
Yorum Gönder