Benim Gözümden Memleketim: Cizre
Neredeyse hepimizin hayatında bir kere izlediği Vizontele filminde Altan Erkekli, belediye başkanı sıfatı ile halka televizyonu tanıtmak için yaptığı bir konuşmada, büyük şehirlerin küçük şehirlere göre avantajlarına da değinerek ‘Bir insan memleketini neden sever ?’ diye bir soru yöneltir. Cevap olarak da, ‘Başka çaresi yoktur da ondan.’ der. Dünyanın en güzel yerinin sevdiğin mekan olduğunu, sevgi duymadıkça mekanın herhangi bir anlamı olmadığını da ifade eder. Belki o dönemin şartlarında, insan memleketini başka çaresi olmadığı için seviyordu. Çünkü gidecek yeri yoktur, nereye dönse peşini bırakmıyordur. Fakat bizim tanık olduğumuz zamanda, insanın başka çareleri de olmaya başlamıştır. Artık memleketin bağrından kopup, daha büyük şehirlere, daha zorlu fakat daha fırsat dolu yaşamlara atılır, daha büyük büyük hayaller kurmaktayız. Memleketi küçük olanlar, memleketi büyük olanlara göre dezavantajlı olduğunu hissedip, memleketi büyük olanlara yetişmek için, büyük ‘memleketlere’ doğru yol almaktadır. Dünyanın, yaşamın, hayatın gerçek olduğu anların her zaman büyük memleketlerde olduğuna kani olmuş, kendi memleketini, sadece orada doğmasından dolayı bazen kahreder. İçinden koptuğu yer ile arasında bağ kaldıkça geri kaldığını hisseder. Fakat bütün bu gerçek yaşamı tatma, asıl hayatı yaşamak, gerçek dünyayı hissetmek için atılan adımlara ve bütün dezavantajlı hissetmelerin, içinde yaşadığı sosyolojiyi değiştiremeyişin verdiği öfkeye rağmen insan hala memleketini sevebilmektir. Artık başka çareleri olan, hatta isterse memleket edinmenin bile mümkün olduğu bir zamanda insan başka çaresi olmasına rağmen memleketini sevmekte.
Bütün bu duyguları yaşamış, hala gözü uzak memleketlerde olan, oralarda daha fazla yaşamak isteyen ama arkasını tamamen dönemeyen, insanlarından farklılaştığını hisseden ama bununla nereye vardığından emin olmayan birinin gözünden, Türkiye’nin (en geniş anlamda memleketin) gözde yerlerinde olmayan küçük bir memlekete sahip birinin memleketini nasıl gördüğünü nasıl hissettiğini anlatan bir manzaradır bu yazı. Memleketine ayna tutarken, kendisine de ayna tuttuğunu, kendi geçmişi, kendi bugünü ve geleceğine bakan, kendisini bugün bu hale getiren en önemli etkenlerden birinin, doğup büyüdüğü şehrin iki manzarası olduğunu, ikisinin de ayrı ayrı ele alınması gerektiğine ikna olmuştur. Memleketinin sorunlar yaşadığı sosyolojiyi ilk olarak ele alırken kimseden nefret etmeden herkesi kendi gördüğü gibi anlatıp, memleketinin yapısına da değinmeyi ihmal etmemiştir. İnsanın doğduğu şehir içinde kısmen yaşadığından onu biraz o yapan şehirdir. Gerek şehir ile kavga edip onu silmeye çalışırken, gerekse onu tüm benliği ile sarmalarken….
Bu şehir, kendi has coğrafyasının üzerinde durulmayan-ki gerekmeyecek kadar normal- fakat bütün karakterini, içinde yaşayan insanların hem çeşitliliği hem de tekliliğinden almış olması ile, her zaman bir karmaşanın, bir acele etme halinin birleşiminden meydana geliyor. Her kenti kent yapanın içinde yaşayanlar olduğu herkesin malumu ise de, burada insanlar kentin tüm mirasını, tüm tarihini de sürekli olarak yeniden ve çoğunlukla kişisel bir tartışma da haklı ya da onurlu görünmek için yorumlamakta. Bu tavır şehrin adı duyulunca ne olduğundan, nasıl göründüğünden çok içinde yaşayanların nasıl bir karakter birliği içinde özdeşleştiği ve bunun ne kadar rahatsız edici olduğu akla gelir.
Şehirde
yaşayanların en övündüğü şey, Nuh’un Gemisinin Cudi Dağında demirlemesiyle
medeniyetin, insanlığın yeniden ve en temelden bu kentten başladığı
hikayesidir. İnsanlar, kendilerini tamamen Nuh’un soyuna dayandırmasa da(tekil böyle
kişiler bulunabilir) çok eskiden kurulan ve dünyaya yeniden hayat veren
kentleri ile gurur duyar ve kendilerine ayrı bir önem atfederler. Bu kendini
beğenmişlik insanların tavırlarına öyle yansımıştır ki, bazısı yüzyıllardır hep
burada yaşadığını iddia edip, kendi konuştuğu dilin en sade dil olduğu, kendi
varlığının en eski ve önemli varlık olduğunu öne sürecek kadar ileri
gider. Daha sonra bu şehre taşınanların şehrin asaletini bozduğunu, aslında hep
onların bu şehri kötülediğini ve asla bu memleketten olmadıklarını,
olamayacaklarını söylerler. ‘Sonradan yerleşenler’ buraya yerleşip
benimsemiş hatta ‘aslolan biziz’ diyenlerden daha büyük bir nüfusa erişmişler
ve bununla birlikte kendi akrabaları ve aşiretleri ile önceden bu şehirden
olduklarını ve şehrin gerçek sahibi olduklarını iddia edenlerin elinden
neredeyse her şeyi almışlardır. Artık kimsenin kimseye doğrudan ‘sen buralı’
değilsin deme şansı kalmayınca, kendini diğerlerinden farklılaştırmak için
hayatı boyunca yayla görmemişlerin kendini göçebe, hayatı boyunca tarım
yapmamış, köyleri ‘romantiklik olsun’ diye gezmişlerin kendini köylü, dağda
yaşamamışların kendini dağlı, kendi küçük şehri dışında bir yerde
yaşamamışların kendini kentli ilan etmesi ile küçük büyük bütün insanlar
kendini diğerinden ayırmaya başladı. Bazen başkasının kendisine yakıştırdığı
‘kentli, köylü, göçebe, dağlı’ sıfatlarını tamamen bir hakaret olarak
kullananlara rastlanılır.
Böylelikle
kimsenin kimseyi sevmediği, ilk aşk benzeri duygunun doğrudan ya evlilikle
bittiği ya da tamamen görmezden gelindiği bu kentte gönüller biraz çoraktır.
Aşkların yaşanmadan bitmesi, ya da yaşanmaya başlanınca evliliğe çabucak dönmesi
bazıların gizli, arka sokakların bile gölgesinde yaşandığı ve sonunda acı
bittiği kimin hayatını birlikte geçirdiği kişiyi ne kadar sevdiğinin
belirsizliği ile birlikte kimsenin üzerine konuşmadığı ve sürekli hüzünlerin
doğması herkesin en iyi bildiği ve en memnun oldukları gerçekliktir.
İnsanların, birinin bir işten fayda sağladığını gördüklerinde, hepsinin var olan işlerini bırakıp o işe dönmesi ve böylece o fayda sağlanan işin artık arz fazlalığından dolayı bazen zarar ettirmeye başlamasını her bir kaç senede bir tecrübe edip asla ders almadıkları en iyi örneğidir. Burada hatadan ders almak yoktur, çünkü biri bir yerde bir yanlışlık yaptıysa, hata ettiyse, zarara uğradıysa hatta öldüyse, o bu kişinin suçu değildir. Yani onun yaptığıyla olmuş bir sonuç değildir, çünkü ne yapsa gene de başına gelirdi. Bu akıl yürütme ile hayatı akışına bırakan, yaptığı yanlışı görüp çözmekten çok hemen bırakıp hiç akıl almadan başka yanlışlara sürüklenen kişilerin kaderciliği ufak bir değişim göstermeden her şeyin yıllar boyunca tekrar etmesi ile sonuçlanır. Bu düşünce birliği, hem insanların hayatını zorlaştıran hem de her zaman, her yıkıntıdan sonra tekrar ayağa kalkmalarını sağlar. İnsanların kendini hayatın akışına bırakması, hayata çok müdahale etmeden hayattan gelen her şeyi kolaylıkla kucaklamaları oldukça şaşırtıcıdır. Kimi kimsesi olmayanın en yüksek toplumsal makamlara çıkabildiği gibi, hiçbir zenginliğin, ünün, başarının asla sürdürülebilir olmadığını, bütün bu zenginliklere, makamlara, üne sahip kişilerin bile bildiği ve bunu kaybedecekleri günü beklemeye başlamaları, yani elinde tutmaktan çok kayıp gelmesini beklemeleri bu kaderciliğin bir sonucudur.
Şehir ne kadar
büyürse büyüsün, dünya ile ne kadar iç içe geçerse geçsin, dışarıya ne kadar
göç verip ne kadar köylünün taşınmasına tanık olursa olsun uzak memleketlerde
olanların onları asla etkileyemeyeceğini düşünenler her zaman çoğunluktadır.
Uzak memleketler ile ilişkilerini sıkılaştıran, teknoloji yardımıyla her yeri
kendilerine yakınlaştıran kent sakinleri gene de dünyada olan bir afetin, bir
salgını ya da bir ekonomik krizin hayatlarını televizyonda anlatıldığı kadar
etkilemeyeceklerini düşünürler. Hatta insanların bir kısmı dünyayı kasıp
kavuran bir salgın ya da afetin, örneğin iklim krizinin, Koronavirüs salgının,
asla kendilerini etkilemeyeceğini, ‘buraya gelmez öyle şeyler, bunlar yalan
dolan, biz namazımızda niyazımızda insanlarız’ diyerek savunurlar. Fakat bu
asla-gelmezler günü gelip onları da etkilendiğinde çok büyük bir şaşkınlık
sonunda, insanlar başına neden bunların geldiğinin sebebi olarak gene aynı
kaderci yaklaşımla ‘böylesini istiyor Allah’ diyerek hayatlarına kaldıkları
yerden devam ederler. Yukarıda da değindiğim gibi, bu yaklaşım insanları bir
bakıma hayatta tutunduruyor.
Artık insanlardan çok şehrin kendisi ile ilgili söylenmesi gerekenlerin zamanı. Yeşilliği olmayan, etrafının dağlar ve tepelikler ile çevrili olması nedeniyle, küçük çukur bir ovada olan şehir en fazla yazın buğday tarlalarının önce biraz yeşillendirdiği sonra şehrin dokusunu uygun olarak sarardığı böylelikle yazın sıcaklığının, güneşin sararttığı çimenlerin, dut ağacı yapraklarının ve tepelerin ağaçsız sarı toprak ile birleşmesiyle her şeyi daha sıcak gösterir. Şehir o kadar sıcak olur ki, sakinleri hakkında “ne günah işleseler de cehenneme gitmezler, çünkü zaten dünyada cehennemi yaşadılar” diye günlük konuşmalarda fıkralara, güldürülere konu olmuştur. Her yere beton bir bina dikmenin, diktikçe daha zengin göründüğünün en önemli parola olan bu şehirde, kuleler bile dikilse, mimar değil kuleyi dikenin istediği gibi inşa edilir. İnsanların hayatının en önemli amaçlarından biri evlendikten sonra kendi ‘evine’ sahip olmasıdır. Fakat bu eve sahip olma arzusu bir apartman dairesi satın almak değil, kendi evini kendi istediği şekilde ve kendi şartları elverdiği ölçüde inşa etmek ister. Sıvalanmış bir binanın iç ve dış cephe sıvasının sulanması her erkeğin hayalini kurduğu andır. Böylelikle estetikten tamamen uzak ucube ve çarpık bir modern görünüme sahip olan şehir çevre ilçelerden gelindiğinde kimseye hoş bir manzara sunmaz.
Çok da uzaklardan doğmayan, çeşitli temiz soğuk pınarlarla beslenen ama en kirli hali ile gelen, üzerine barajlar kurulup tutulan ve ara ara serbest bırakılan, kentin içme suyu arzını oluşturan ama asla suya boğmayan, akıntısında insanları boğan, ‘bu insanlar nasıl boğuluyor?’ diye sorup, ölüp ölmeyeceğini deneme-yanılma yolu ile test edenleri öldürmeyen ama ders veren, kenti ikiye bölerek çoğunlukla korkutucu bir şekilde çağlayan, yağmura pek doymayan, şehrin içinden geçtikten sonra herkesin en aşina olduğu ama en boş verdiği ülkeye girip oradaki insanlara bazen istemediği kişiyle evlenmeye zorlanan kadınların, ailesi ile geçinemeyen gençlerin, büyük acılar çektikten sonra küçük umutlarını da yitirenlerin cesetlerini veren nehir, kimsenin asla güvenmediği, kimseye asla yetmeyen ama kimsenin asla vazgeçemeyeceği şehrin en belirgin gerçeğidir. Çoğu kötü ve acı dolu hikayeye kucağını açmış, kaynağını oluşturmadığı acıların bitmesi için tüm korkunçluğu ve hırçınlığını kullanmış, biten acının geride bıraktıklarında yeni ve hep diri kalacak acıların açılması ile sonuçlanan, her hikayenin sonunda nehrin suyunun ölümlerle kızıla boyandığında dolayı savrulan hakaretlere karşı boynunu bükmemiş, yuttuğu insanların çığlıklarını kendi akıntısının dayanılmaz sesi ile hep canlı tutmuştur. Nehir, suyunu içenlerin kullandıkları kaynağını, bu kişilerin göz yaşları ile yenilemeyi yüzyıllardır bir alışkanlık haline getirmiştir.
Nehir şehrin tarihi ile
özdeşleşmiş bir aşkın, kavuşamayan bir çiftin (Mem ve Zin) kadınını da içinde
boğmuş, bunu artık kavuşamayanlar gelenek haline getirmiştir. Nehir hayat
verdiği onlarca canlı olmasına rağmen her yerde her diyalogda belli belirsiz bir
bağlamda ölümle anılır. Nehir, her yerde rakibi, belki de sevdiği
kanıyla, kiriyle, ölü cesetleri ile Şattul-Arap’da birleştiği Fırat adına
dökülen türkü de olduğu gibi ‘kanlı zalimdir’ ve ‘ocaklar yıkar’.
Asfalt yollar, toz çamur ve ‘yurtdışından’ getirilen mazot, neredeyse insan başına bir tane düşen egzozların çıkardığı duman şehrin rengini belli eder. Bu renk gri değil, karamsarlığın kötümserliğin rengidir. Dışarıdan bu kadar renksiz ve kötü görünen atmosfer, her yaşayan için farklılık göstermekte böylelikle şehre bir rengarenklik katmaktadır. Böylelikle uçsuz uzanan sarı toprakları yaran gri nehir ve gri dumanlara doğru dikey uzanan binalar insanlara ilginç bir hoşnutluk vermektedir.
Şehrin çevresini dolaşan
‘taş doğuran tepeler’ de eski zaman şehirlerini koruyan kale duvarları gibi hem
kalkan hem de sınır görevi görmektedir. Tepenin hemen ardına şehir ileride
taşsa bile orası şehirden görülmeyecek ve doğal sınırlarını hep koruyacakmış
hissindedir. Herhangi bir yerden şehre girmeden önce yeşil doğa unsurları sanki
bu tepelere yaklaştıkça vebalı bir sınırdan uzak kalmaya çalışırcasına keskin
bir şekilde kesilir. Bu belirgin özellik de bu kentin, bu yerleşim yerinin
insanlarla hem ilgili hem ilgisiz yazılabilecek son cümledir.
Şehrin bu ilk manzarasında, toplum ve coğrafyası üzerine durulurken, belli belirsiz bazı cümlelerde kimi insanları rahatsız edebilecek söylemler olsa da, bunlar yalnızca ‘buralı’ birinin kendi gözlemleridir. Yazar Gabriel Garcia Marquez burada doğsaydı, bu şehrin Yüzyıllık Yalnızlık’ını yazardı. Fakat kendi dil sınırlılıkları ile memleketini anlatan birinden en fazla bu kadar beklenmelidir. Sonuçta Marquez yalnızca bir kere doğdu, ve bu şehirde değildi bu doğum,
Yorumlar
Yorum Gönder