Beni Ay’a Uçur: Hiçbir Şey Anlatmayan Bir Film Bize Ne Anlatabilir?

 Beni Ay’a Uçur: Hiçbir Şey Anlatmayan Bir Film Bize Ne Anlatabilir?

Geçen sene yazın sonlarından itibaren başlayan, çoğumuzun sabırsızlıkla beklediği, bazılarımızı hayal kırıklığına uğratan, bazılarımıza büyük mutluluklar tattıran ve hepimize platform ekonomisinden çıkıp sinemaya gitmeyi ve sinema salonlarının varlığını hatırlatan film silsilesi uzun süredir son buldu. Ne zaman bir hafta sonu zamanım olsa bir tiyatro, sergi veya sinema takvimlerini karıştırırım. Tiyatroların tatilde olduğunu ve sergilerin de her zaman yeterince ilgi çekici olmadığını göz önünde bulundurunca şu günlerde sinema dışında çok ciddi bir alternatif bulunmuyor. Her ne kadar sinema da gerçek alternatifler çıkarmıyor olsa da…

Artık kötü de olsa bir filme gitmeye veya en azından kanepede yayılarak ve küçük bir ekranda bir sürü dikkat dağıtıcıyla film izlemek yerine “ne olursa olsun ama sinema salonunda olsun” isteği ile geçen hafta bir filme gittim. Vizyondaki filmler ya “korku ve gerilim” filmleri ya da çocuk filmleri… Bir tane içinde ay/uzay/NASA geçiyor, tür olarak komedi olarak adlandırılan ve iyi bir oyuncu sayılan Scarlett Johanson’un oynadığı filme karar verdik. Fly Me to the Moon yani Beni Ay’a Uçur filmini izledik.



Film birbirinden ayrı ayrı ama tabi ki sonunda birleşen skeçlerin yan yana getirilmesi ile, aşırı zorlama durumlar ve hareketlerden komik olma çabası güden ilginç olmayan bir hikayeydi. Apollo 11 misyonu ve NASA’nın Ay’a insan gönderme çalışmalarının geçtiği bir dönemi farklı bir kurgu ile ele alan film yer yer güldürse de filmin komikliğinden ziyade saçmalığına gülüyor insan.

Filmden kısaca bahsedecek olursak… Daha önce de belirttiğim gibi ben filmlerin hikayesini her şeyden önde tutarım. Değişik kamera açıları, ışıklar, müzikler, renkler vs. benim için 3. hatta 4. plandadır. Bu film de maalesef hikâye bakımından oldukça sınıfta kaldı. Çünkü tam olarak ne anlatmak istediğini anlamadım. Örneğin filmin başrolleri Kelly Jones ve Cole Davies’ın daha beşinci dakikada âşık olacağını biliyorsunuz. Türkiye’de çekilse Twitter’da alay konusu olacak olan bir başlangıç senaryosu o kadar kötü ve amatör görünüyordu ki daha film başlamadan size neler verebileceğini anlayabiliyorsunuz. Yukarıda belirttiğim gibi skeçlerin toplamı gibi olan film, Kelly Jones’un büyük travmaları, çocukken çektiği acıların onu bir nevi Robin Hood’luk yapmaya (burada sadece zenginlerden para alıyor. Dağıtma yok) ittiğini anlatırken -ki bu hikâye için neredeyse hiç şey ifade etmiyor- bir anda bütün hayatından vazgeçip bir nevi tövbe ediyor. Bunu da aşk için mi, çektiği vicdan azabı için mi yoksa onu kötü emelleri için kullanan Nixon hükümetinden intikam almak için mi yaptığı da çok anlaşılmıyor. Aynı zamanda NASA’da ne büyük emeklerin verildiğini ama bu emeklerin içini bu emek boşa gitmesin diye boşaltan bir NASA reklam projesi ile toplumun geldiği nokta eleştiriliyor. Klasik SSCB’ye diktatörlük olduğu ve ABD’nin demokrasi yolunun en iyi yol olduğu mesajı gene de veriliyor. Son olarak günümüzün olmazsa olmazı ve gene hikâye için hiçbir şey ifade etmeyen Margaret Hamilton gibi NASA için gerçekten çok büyük başarılara imza atmış bir bilim insanının adı sadece kadın olduğu için geçiriliyor. Yanındaki feminist asistanının fikirleri ile alay eden Kelly Jones birden başımıza kadınların emeğinin önemine vurgu yapan ve bir daha asla bu vurguyu yapmayan biri olarak çıkıyor. Yani senaristimiz çorba yapmış ve içine 2024 yılından bakınca ne bulmuşsa koymuş ve sonunda ortaya hikayesiz bir hikâye, anlatacak bir şeyi olmayan bir film çıkmış.

Peki Film Bu Kadar Kötü Olmasına Rağmen Bize Bir Şey Anlatıyor Mu?

Bu soruya temkinli bir evet cevabı veriyorum. Nitekim bence bize anlattığı şeyleri zaten biliyoruz. Veya en azından ben herkesin bunları bildiğini düşünüyorum. Ama eğer sizin dünyaya baktığınız bir pencere varsa ve bu pencerenin şekli her gün değişmiyorsa baktığınız hemen hemen her şeyde sizinle ilgili, sizin bakış açınıza uygun veya ters bir şeyler bulabilir, ondan öğrenebilirsiniz. Bazen de onunla eğlenebilir ve mutlu olabilirsiniz.

Beni Ay’a Uçur da bize aslında hepimizin bildiklerini hatırlatıyor. Bilim ile uğraşanlar arasında bile çok yaygın bir kanı olan bilimin tarafsız, bağımsız, siyasi-sosyal bütün ilişkilerden uzak ve her zaman var olan en doğru bilgiyi veren bir olgu olduğu yanılsamasını tekrar gözler önüne sermiş oluyor. Aslında başkahramanlardan Cole Davies, Apollo Misyonuna Kelly Jones’u dahil etmek istememe sebebi olarak biraz da bu tarz bir muhafazakarlıktan yola çıkıyor. Kelly Jones’un reklamlarına gerek olmadığını düşünen ve tamamen onun dikkatini dağıttığını düşünen Cole, zamanla bunun tam tersi olduğunu anlıyor. Sonra da birdenbire tam tersi yönde çalışmaya başlıyor. Burada onun fikrini Jones’un “güzelliği” mi yoksa mecburiyet mi değiştiriyor emin değilim. Cole, bilim için yaptığı işe para bulmak için reklam yapmaktan medyaya çıkmaya, siyasetçilerden para talep etmek için onlarla ilişkiler kurmaya kadar her yola başvuruyor. Zira günümüz dünyasında bilim böyle yapılıyor. Bize en doğru bilgiyi vermesi, aydınlatması ve kendimiz, dünyamız ve evrenimiz hakkında gerçekleri öğrenmek için değil. Bilim, ekonomik ve siyasi getirileri için yapılıyor.

Nitekim bilim günün sonunda sosyal bir kurumdur. Ünlü evrimsel biyolog Lewontin bilimin bize en iyi şeyleri sağladığını yazarken (ki buna insanları Ay’a göndermeyi de ekliyor) bilimin nesnel ve toplumdan ayrı bir kurum olmadığına dikkat çekiyor. Lewontin “…bilim devlet, aile, spor ve diğer üretim faaliyetleri gibi, diğer toplumsal kurumlarımızdan etkilenen ve bunlarla tümüyle bütünleşen bir toplumsal kurumdur.” der. Hatta bir adım ötesine geçip “Bilimin uğraştığı problemlerin, bu problemleri araştırırken kullandığı fikirlerin, hatta bilimsel araştırmalardan ortaya çıkan sözüm ona bilimsel sonuçların hepsi, içinde yaşadığımız toplumun eğilimlerinden derinden etkilenir.” diyerek bilimin yalnızca toplumsal bir kurum olmadığını bilimin kullandığı yöntemlerin bile tarafsız olmadığını ve bulundukları zamanından ve mekândan ayrı bir şekilde ele alınamayacağının altını çizer.

Bilimin tarafsız olmadığı bir kenara filmde de görüldüğü gibi bilime para aktarılması için bizzat reklamının yapılması, insanların ikna edilmesi (ki bunda hiç sorun görmüyorum) ve insanlara yalan söylenmesi/manipüle edilmesi gerektiği mesajı da sürekli pompalanıyor. Yaşadığımız dönemde her şeyin içi boşaldığı ve sadece dış görünüşün/nasıl göründüğünün daha önemli olduğu düşündüğümüz için bilim yapmanın, bilimin kendisinin de artık daha göze hoş gelmesi gerektiği ve “herkese” hitap eden medyatik bilim insanlarının bilgisi yanlış olsa bile daha çok itibar görmesi zaten bunların birer sonucudur. Yani her ne kadar saçma ve kötü bir film olsa da Beni Ay’a Uçur maalesef yaşadıklarımıza biraz olsun ayna tutuyor ve bilimin de popüler olmasının gerektiği fikrini biraz daha kuvvetlendirmeye çalışıyor. 

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Olan Biteni Kaçırma Keyfi Üzerine

Proust Anketi ve Benim Cevaplarım

Yüzyıllık Yalnızlık'a Veda