Peri Bacalarının Perilerine Ne Oldu?
Ülkemizin tarihi ve doğal güzelliklerinin bol olduğundan her dem vurulduğunda akla genellikle bir yeşil alan, eski bir yapı veya sahiller gelir. İç Anadolu’nun içlerinde, içlerinin oyularak insanlara sığınak olmuş, şehir olmuş kayalardan oluşan ama bir o kadar da doğa eliyle ortaya çıkan hem doğal hem de tarihi bir güzellik daha vardır. Bu güzellik genel adı Kapadokya olan, nasıl oluştuğu anlaşılmadığı için perili zannedilen ve bacaya benzediklerinden Peri Bacaları denilen bir yerdir. Aslında birbirine yakın birden fazla yerin adıdır.
Kimine göre perili, kimine göre perilerin yaptığı bu güzellik, diğer tüm güzellikler gibi maksimum fayda sağlanması için zorlanmaktadır. Mevsimine göre taş, toz, sıcak veya taş toz, soğuk olarak nitelendirilen, yılın 365 günü aslında “pek bir numarası” yok denilen bu doğal-tarihi güzellikten, yani taştan, tozdan ekmek çıkarılmakta, adeta suyu sıkılmaktadır. Bu kadar suyu sıkılan bir yerin bir yerden sonra sıkıcı olması ve pek bir numarasının olmaması kadar “doğal” bir şey olamazdı. İnsanlar içini oyarak kendilerine bir yaşam alanı edindikleri bu taşların günümüzde doğal ve tarihi güzelliğinin içi oyularak/boşaltılarak yeni bir yaşam sektörü edinilmiştir.
Bu taşların arasında gezinirken Aşk Vadisine gitmenin amacı ne doğaya olan aşktır ne de bir insana. Aşk vadisinde eskiden yalın ayak yürüyenlerin günlerce gezdikleri yerler, 4 tekerlekli motorlu araçlarla bir eğlence ve gösteriş turuna çevrilen bir saatlik bir gezi ile son bulur. Nitekim oraya gitmeye değer bir şey yoktur. Her yer aynıdır. Eğer oraya gidilecekse illa ki bir “etkinlik” yapılmalıdır. Tüm insanlar gibi tüm taşlar da aynıdır, hepsi birbirine benzer hiçbirinden öğrenilecek bir şey yoktur. Çünkü nasıl ki tek bir pencereden tüm insanlara bakıyorsak aynı pencereden taşlara da bakıyoruz. Herhangi bir taşın bir diğerinden farklı olması için -herhangi bir insanın diğerinden farklı olması gibi- her taşı tek olarak ele almak, birmiş gibi bakmak ve baktığımız pencereyi değiştirmek gerek. Yoksa taş taştır, insan insandır. Hiçbir şey heyecan vermez, hiçbir güzellik anlaşılmaz, her insan ve görmeye gittiğimiz her taş bize sadece insan olduğu veya sadece taş olduğu için, bir olduğu, biricik olduğu için değil, bir etkinlik vaat ettiği sürece değerlidir. Başka türlü kimse görülmeye değer değildir. Hiçbir vadide aşk yaşanılmaz, hiçbir vadiye âşık olunmaz.
Buraya çocukken gelmiş olanlar, artık çocuklarını getiriyorlar. Çocuğunu getiren, çocukken gördükleri Üç Güzelleri görmek için yeni yaşam sektöründe kendilerine yeni yaşam alanı kuranlara yer sorarlar. Nerede olduğu üzerine anlaşılmadığı vakit, çocuklarını getiren nerdeyse 20 yıl önce geldiklerini söyleyip belki de artık Üç Güzellerin değişmiş olabileceklerini söylerler. Yeni yaşam alanları kuranlar ise buna bıyık altından gülerek binlerce yıldır değişmeyen bir kayanın hala aynı yerde olduğuna emindir. Ama 20 yılda bir insan eliyle yeniden inşa edilen betonarme çirkinlikte yaşayanlar, çağın ruhuna uygun olarak her şeyin değişeceğini düşünürler. Zira iki yıl önce sokakları, yürüdükleri yol bile değişmiş, yeni yollar yapılmış, bazı yollar kapatılmıştır. Ömrü boyunca sadece tek bir sokak kullanan eski diyar insanının asla hayal edemeyeceği bir değişim ufkuyla eski diyar insanlarının yaşadıkları ve değişmeyen şehirlerinin de 20 yılda bir değiştiğini düşünür. Çünkü çocukken geldiği yer aynı olsa bile onun dünyası öyle bir değişmiştir ki çocuklarının aynı şeyleri görebileceği aklının ucundan bile geçemeyecektir. Çünkü bir eski diyar insanın dediği gibi her şeyin değiştiğini şiar edinmiş, değişimi hep kucaklamış ve değişmediğinde kendisinin de çocukları için bir eski diyar insanı olacağı korkusuyla yaşamıştır.
Milyonlarca yıl önce volkanlardan püsküren maddelerin, perilerin değil ama rüzgârın, nehirlerin ve yağmurların yardımıyla şekillendirdiği kayaları, binlerce yıl önce bir de hiç perili olmayan ama perilere inanmaya oldukça teşne insan toplulukları oymaya başlamıştır. Her ne kadar perilerin yaptıkları kadar güzel şekil veremeseler de kendilerine, taşlarını, mağaralarını birer yaşam alanına çevirmişler. Her zaman mağaranın girişini gösteren ince, sivri bir uçtan aşağı doğru derinleşen bir ısınma veya pişirme çukuru bulunan mağara duvarları isli, ibadet etmek için kurulan kiliseler içi oldukça renkli ve adeta bir sanat sergisi. Meryem Ana ve Hz. İsa figürleri mağaraların tümünü kaplarken içeride fotoğraf çekilmesi yasak olmasına rağmen “ben buraya geldim anısını biriktirebilmek” için fotoğraf çekilir.
Mağaraları oyanlar sadece eski zaman insanları değildir. Artık kendilerine yeni yaşamlar kuranlar da dışarıdan bu yaşam alanını ziyarete gelenleri ağırlamak için mağaraları kullanırlar. Fakat bu mağaralar eskisi gibi değildir. İçeride dünyanın en yumuşak yatakları, klimalar, jakuziler ve her türlü yeni dünya nimetini bulundururlar. Bu yüzden buraya gelenler oldukça konforlu bir zaman geçirirler. Orada yaşayanların şehir kalabalığından sıyrılmış genç ama bir o kadar yorgun çiftlere ilk günün sabahında mağarada uyumanın nasıl olduğunu sorması bu yüzden anlamsızdır ve rahat uyuyan çiftin rahat uyku sebebi “atalarının da mağaralarda” uyuyor olması değildir. Zira mağarada uyku geni olmadığı gibi rahat uyku tamamen yeni dünyanın tüm yorgunluğunu üstünden atarak yeni dünyaya ait konfor sayesinde olmuştur.
Kapadokya’ya gelenler daha çok Orta Krallık’tan, Güneşin Ülkesinden, Bharat’tan ve güneşlenme süresinin uzun olduğu Akdeniz kıyılarından gelmektedir. Bunun sebepleri toplum bilimlerinin tüm yöntemleri ile araştırılıp öğrenilebilir. Ama asıl sebebi modern bilimlerin kanıtlayamayacağı bir mistisizm içerir. Buraya gelenler modern dünyanın perilere inanmaya en uygun toplumlarıdır. Doğudan veya sıcak iklimlerden gelir, modernleşmenin tüm maddeciliğine rağmen ruhaniliklerini tamamen bırakmamışlardır. Onlar sahil kenarında güneşlenip yiyip içmek yerine nasıl şekillendikleri bir muamma olmayan ama her zaman gizemli görünen ve modern bilimlerin açıklamalarına inanmak istemeyenlerin başka yaratıkların şekillendirdiklerine inanabileceği taşları izler. Bir de sabah propan gazı ile havaya uçurulan balonları… Sabahın ilk saatlerinde uykunun en tatlı anını bölerek aşıklar tepesine koştururlar. Gökyüzünde uçuşan balonlar ne kadar perili bir manzara ortaya çıkarsa da o tatlı telaşları ile aşıklar tepesine gidenler, balonların ortaya çıkardığı manzarayı izlemek yerine başkalarına gün içinde izletirler. Zira her ne kadar gizemli bir manzarayı izleyen mistik toplumdan gelenler olsalar da artık onlar da birer modern dünya bireydir ve perilere herhangi bir koşulda inanmazlar. Bu yüzden Peri Bacaları milyonlarca yıl boyunca yerinde kalıp değişime uğramasa da burayı şekillendiren perilerden eser yoktur. Taşlardan ve bacalardan başka…
Yorumlar
Yorum Gönder