Yüzyıllık Yalnızlık'a Veda

 


Elime ilk aldığımda küçük fontlarla yazılmış ve hacimli bir kitaptı sadece Yüzyıllık Yalnızlık. Adını her yerde duyduğum, bilmem kaçıncı baskısını yapmış, Nobel edebiyat ödülüne layık görülmüş ve daha önce tek bir cümlesini bile okumadığım bir yazarın en uzun romanlarından biriydi. Bu roman, yazarının defalarca reddetmesine rağmen kendisinin ölümünden sonra çocuklarının kabul etmesiyle bir diziye dönüştü. Yüzyıllık Yalnızlık’ı okurken orada geçen her hikâyeyi, konuşmayı, tasvirleri, kişileri ve mekanları bir bir hayal etmiş, kendi kafamda o filmi, diziyi defalarca oynamıştım. Ama bir kitap görselleştirildiğinde yani tiyatroya veya sinemaya uyarlandığında kitabı okumuş veya okumamış herkesin kitabı hayal etme şekli ellerinden alınıyor. Yerine yönetmenin, yapımcının, senaristin kafasındaki hikâye geçiyor. Artık Güzel Remedios’un bir yüzü vardır, siz onu güzel bulsanız da bulmasanız da. Melquiades, Jose Arcadio Buendia, Albay Aureliano ve Ursula hep bir surete sahiptir. Onlara ses verilmiş, yüz ifadeleri, saç kesimleri ve kıyafetleri hayalinizdeki gibi değil, size gösterilen gibidir. Dünyanın en güzel kitabı, bundan iyi bir romanın asla yazılmadığını ve yazılamayacağını bile iddia ettiğim, ilk okuduktan sonra daha güzel bir hikâyenin var olmadığına ikna olup bana uzun süre roman/hikâye okumayı bıraktıran Yüzyıllık Yalnızlık, artık sadece bir kitap değil, bir de dizi. Her ne kadar üzülsem de oturup izleyeceğim. Ama son kez herkesi istediğim gibi hayal edebilmek için, Pillar Ternera’nın ilk aşkını beklerken ki bıkkınlığını, Rebecca’nın toprak yiyişini, Remedios’un umursamazlığını, Albay Aureliano’nun kahramanlığını, Crespi’nin kibarlığını, Jose Arcadio Buendia’nın ağaca bağlı bir şekilde delirişini ve en önemlisi de Ursula’nın her şeyi çekip çevirmesini, cefakarlığını ve inadını hayal edebilmek için kitabı bir kez daha okuyup öyle izleyeceğim.

Kitabı okumaya karar veren kişi, ilk sayfadaki aile haritasını görünce nasıl bir kargaşanın içine düşeceğini merak ve korku içinde beklemeye koyulur. Her nesilde isimlerin en az bir kere tekrar ettiği, aile içi evliliklerin, kaçışların, asla haber alınamayan çocuk ve torunların olduğu uzun bir aile soyağacı ile selamlaştıktan sonra “Buna değer mi?” veya “Ben buna hazır mıyım?” diye bir geçiyor aklınızdan. Hele artık odaklanmanın nerdeyse imkânsız olduğu bir zamanda… Ama daha ilk cümlelerinde Gabriel Garcia Marquez sizin tüm korkunuzu silip süpürürken aklınızın ve kalbinizin derinliklerine merak tohumlarını ekiyor, içinizdeki çocuğu o saklandığı karanlıktan çekip coşkuyla, duyguların taşkınlıklarıyla ve tüm hücreleri ile bir kez daha yaşamaya davet ediyor. Bu karşı konulmaz davet, insan olmanın, sanat ve edebiyatı icat etmiş olmanın, insanı her şeye rağmen yeni güne uyandıran, sığ dünyanın kuytu köşelerinde âşık olmaya meylettiren duygulara sahip olmanın eşsizliğine uyandırıyor. Kitap, bir daha elden düşmek bilmiyor. 400 küsur sayfa su gibi akıp giderken uykusuzluk hastalığını yakalanıp durmadan Marquez okumak, yeniden âşık olmak, Albay gibi ne olduğunu tam kavrayamadığın bir davanın kahramanı olmak, bir hiç yolunda Jose Arcadio gibi ölmek, Melquiades gibi ölüp öbür dünyadan sıkılıp tekrar dirilmek, umursamaz olmak Remedios gibi, Ursula gibi dirayetli olmak geliyor insanın içinden. Bu büyülü ve gerçek hikâyenin her satırında bir başka hikâyeye dalarken bir daha asla eskisi gibi olmayacağınızı çünkü yazılabilecek en güzel hikâyeyi okumuş olduğunuzu fark ettiğiniz an, tüm sevapları ve günahları ile her karaktere bir sıcaklık hissediyor, Marquez’i tanımadan özlüyor ve kendi gerçek hikâyenize dönmekte ayak diretiyorsunuz. Artık Yüzyıllık Yalnızlık okumuş birisiniz ve yüzyıl geçse de bu hikâyenin verdiği hazzın yerine koyacak bir şey bulamayacaksınız.

Ursula’nın ve Buendiaların Macondo’da geçen bir ömürlük hikayeleri büyülü gerçeklik olarak adlandırılıyor. Her cümlesi yeni bir hikâyeye kapı aralayan, bazen bu hikâyeyi bitiren bazen bir göz atıp unutturan büyük bir masal Yüzyıllık Yalnızlık. Büyüklere yazılmış bir masal. Büyülü olmasına büyülü, gerçek olmasına gerçek. Belki bir Güney Amerikalı değil herkes. Ama Dünyanın Batıdan olmayanlarına, Niall Ferguson’a ve çoğu Batılıyı göre Ötekilerine çok tanıdık gelen yüzlerce küçük hikâye aslında bu koca masal. Hepimizin hayatımızda, dedemizden, Ursula olmasa da ninemizden duyduğumuz veya duyabileceğimiz hikayeler. García Márquez İspanyol yayın organı Triunfo'ya verdiği demeçte, “Büyükannemin bana en iğrenç şeyleri sanki yeni görmüş gibi heyecanlanmadan anlattığını hatırladım,” diyor. “Daha sonra fark ettim ki, büyükannemin anlattığı hikayelere gerçeklik kazandıran şey, bu soğukkanlılık ve imge zenginliğiydi. Okuyucularımı buna nasıl inandıracaktım? Büyükannemin yöntemlerini kullanarak.”

Marquez bu hikâyede gerçek olmayan hiçbir şey yok derken bu yüzden haklı. Bütün abartılarına ve efsanelerine rağmen olma ihtimali olan veya olmuş bir olayın sözlü gelenekler ile böyle iletilebileceğini aklımızda tutmak gerek. İşte tam da bu yüzden keşke hep bizim hayalimizdeki gibi kalsa, Aureliano Buendia’yı olduğumuz coğrafyaya uydursak ve bizim olsa. Tüm izleyenlerin aklında biz dizi kahramanı olmasa. Çünkü Marquez de “Bu romandan film olmaz.” diyordu. Kitabı Türkçeye çeviren Seçkin Selvi de aynı fikirde. Dünyanın en iyi kadrosu ile çekilse bile kahramanların aklımızdakiler gibi olmayacağını söylüyor.

Kitabın içindeki hikayeler bir kenara kitabın yayınlanması ve Türkçe’ye çeviri süreci de ayrı birer hikâye. Yeterince parası olmadığı için kitabı ikiye bölerek yayınevine postalamış Marquez. Diğer yarısını da parayı denkleştirdiğinde… Soğuk bir evde, ailesi Marquez rahat çalışabilsin diye var olan tek ısınma sobasını da kitabı yazdığı odaya almış. Ailesi ile bir tatile giderken yıllardır düşündüğü bu kitabın artık bir “evreka” anını yakalamıştı. Kimilerine göre hemen arabayı döndürüp eve kapanmış, kimilerine göre tatili sadece neler yazacağını düşünerek geçirmiş. Her ne olursa olsun, kendi çocukluğundan bulduğu hikayelerle Marquez yıllardır düşündüğü bu romanı artık aklına ve hayaline sığdıramamış, artık sesler, tümceler kafasından akmaya başlamış ve kaleme alabilmiş. Türkçe’ye çeviren Seçkin Selvi ise gene bir çevirisi yüzünden hapishanedeyken kendisine gelmiş kitap. Seçkin Selvi “Hücreme Latin Amerika'nın turuncu güneşi doldu, Mayalardan, Azteklerden biriktirilmiş sözlü edebiyatın Anadolu masallarıyla örtüşen ışığı doldu, Kolombiya yerlilerinin Yörük desenleriyle buluşan kilimleri serildi ranzama” diyor. Belki bütün bu yazdıklarımın en güzel özeti bu cümlelerde saklı. Ne de olsa kitabı orijinalden okuyan, ilk gören, Türkçe’ye çeviren ve hayatının bir kısmını bu kitaptan sağlamış biri. Yüzyıllık Yalnızlık’ı 1973 yılında yani 51 yıl önce eline ilk alan insan kitabı en iyi tanıyan olmalı.

Yüzyıllık Yalnızlık uykusuzluk hastalığına yakalanmış gibi sizi sürükleyen uzun uzun okutan ve etkisi geçmeyen bir şaheser. Bir gün oturup bölüne bölüne başka şeylerle uğraşa uğraşa izlenecek bir diziye dönse de. En azından diziyi izlemeden kitabı bir kez okumalı. Kitapta anlatılan hikâye üzerine çok fazla tahliller yapılabilir, siyasal, dii ve sosyolojik binlerce çıkarım yapılabilir. Fakat ben başka bir şey öneriyorum. Kitabı dünyadaki dertlerimize, günümüz sorunlarına bulaştırmaya gerek duymadan, kendi meşrebince fikirlerini haklı çıkarmaya çalışmadan ancak bir çocukta olabilecek saf bir duyguyla okumaya davet ediyorum. Okumayı söktüğümüz ilk yıllarda elimize tutuşturulan resimli masalları nasıl okuduysak öyle içten, öyle merakla ve öyle temiz bir şekilde okuyalım. Daha sonra eğitim fakültelerinde bu masallar üzerine yapılan tahlilleri bilmeden okuduğumuz gibi. Ancak o zaman pak bir hayal gücüyle anlatılan hikâyeyi yaşarız, anlamaya ve büyük çıkarımlara gerek duymadan sadece anlatılanların coşkusuna kapılarak.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Olan Biteni Kaçırma Keyfi Üzerine

Proust Anketi ve Benim Cevaplarım